Esad Coşan Hocaefendi

Bu yazı bir yandan, bu günlerde Türkiye’de AKP-NUR (fethullah Gülen) tartışmalarının yapıldığı ortamda, AKP’nin Fethullah gülen’e karşı itişmelerinde arkasında yine Batı’ya uyum sağlamış olan NAKŞİBENDİLER’İN bulunduğunu anımsatmak için yazılmıştır. Bu gün için Erdoğan yalnız değildir, ancak eski gücüde yoktur.

Bu yazı öte yandan, müslümanlaşmış Ermeniler’in islama verdikleri emeğide dile getirmektedir.

Esad Coşan Hocaefendi

Mahmud Esad Coşan (hoca), 1938 yılında, Çanakkale’nin Ayvacık ilçesinin Ahmetçe köyünde doğdu. Babası Halil Necâti Efendi, annesi Şâdiye Hanım’dır. Anne ve babasından bir yakanın kökeni  Ermeni soyuna (Van) dayanır, tarikatçiların, Mahmud Esad Coşan (hoca)’nın soyu “Buhàra’dan Çanakkale’ye göç etmiş seyyidlere dayanır” biçiminde verdikleri bilgiler, müslüman Ermeniler’in, Ermeni oluşlarını gizlemek için uydurdukları bir örtüdür.

 

Küçük yaşta iken, ana atası pek çok Ermeniler le birlikte İstanbul’a taşındı. İlk ve orta eğitimini İstanbul’da tamamladı. 1960 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı yıl, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’ne asistan olarak girdi. 1965 yılında, XV. yüzyıl şairlerinden olan Hatiboğlu Muhammed ve eserleri konusunda doktora tezi vererek ilâhiyat doktoru oldu.

Gerek öğrencilik gerekse öğrencilik sonrası yıllarında kendisi, sürekli olarak islamcı örgütlenmelere ağırlık verdi. Yine o yıllarda Ermeni le Yahudi iş adamları ile görüşürdü. İsak Alaton bunlardan birisi idi.

1973 yılında, Hacı Bektâş-ı Velî, Makàlât adlı doçentlik tezi ile doçent oldu. Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi {Türk-İslâm Edebiyatı Kürsüsü}’ne öğretim üyesi olarak görevlendirildi. 1982 yılında, “İbrâhim-i Müteferrika ve Risâle-i İslâmiyye” adli teziyle ilâhiyat profesörü oldu. Manevî hizmetlere, irşad ve tebliğe daha fazla zaman ayırabilmek düşüncesiyle 1987 yılında emekliliğini isteyerek üniversiteden ayrıldı.

1980’den beri sürüp gelen NATO’nun yeşil kuşak “petrol boru hatlarını koruma” çabalarına, arka çıkma günü gelip çatmıştı.

Çünkü görev başında iken örgütlenmeleri iyi yürütemediğini gören, abileri onun görevden ayrılıp, kendisini yüzde yüz örgütlenmeye islami devrime adamasını istediler.

Türk-islam ülküsü, Türk –islam medeniyeti gerçekleştirilecekti. Amerika ile birlikte artık islamın önü açılacaktı.

O artık, İslami ilimlere ilgisi, takvası, duruşu  olgun bir mürşiddi. İlk dini eğitimini gelecekte islami geleneklere yabancı kalmamak için bulunduğu eve en yakın camiden gördü. Bu durumlar yazılıp çizilmedi ancak, geniş bir Ermeni ile Süryani kesimi islamı iyi öğrenerek cemaatlar içerisinde yer alabilmişlerdir.

Dedesi, önce köy camisinde islamla tanışmış, sonrada İstanbul’da medreselerde eğitim almış, müslüman topluma ayak uydurmada engelle karşılaşmamıştı. Ahmed Ziyâüddin Gümüşhanevî Hazretleri’ne bağlanmış bir kimseydi. Çünkü gerek Ermeni, Süryani gerekse Yahudi yuttaşlarımızın kendi kökenlerini gizleyerek tek yükselebilecekleri, eleştiri almayacakları yer “tarikatlar” idi.

Babası Halil Necâti Efendi ise küçük yaşta köyünde cami imamından azda olsa islamı öğrendi. O da “ehli sünnet vel cemaat” demeyi öğrenerek, müslüman toplumun içine girmeyi başardı. Halil Necati Efendi, bir yandan kendi yaşam biçimini korkmadan uygulayabilmek, bir yandanda çocuklarını okutmak amacıyla 1942 yılında İstanbul’a taşındı. Bu taşınma işi Esad hocamızın hayatında önemli bir dönüm noktası oldu. Babasıyla birlikte merhum Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri’nin sohbetlerine devam etti. Onun yakın dostlarından oldu. Ayrıca İstanbul’da yaşayan esnaf Ermeni yurttaşlarımızın büyük desteğini gördü.

Önce Allah yürü kulum dedi.

Mehmet zahid Kotku effendi, “Türkiye’de yıllardır, Türklerin elinde, yada Türkler adına yönetiliyor. Buna gerek yok, biz dışarıdan da içerden de bazı güçler bularak, onlarla anlaşarak, bu dinsiz generallerin ellerinden Türkiye’yi almalıyız. Yoksa Allah bizden hesap sorar” diyordu.

Yine o günlerde Sevket Yılmaz, Hasan Mezarcı, niceleri bu sözleri Avrupa’nın göbeginde büyük salonlar tutarak, bangır bangır yineliyorlardı.

Bu nasıl olabilirdi? Konu bir yurdun GENEL KURMAY BAŞKANLIĞINA yapılan saldırı idi. İstihbarat kuruluşları, başta Türkiye’ninki, olayı görmezden geliyorlardı.

Gerekenler yapıldı, gerekli kişiler, aracılar bulundu, içerde diğer tarikatlarla, dışarıda dış güçlerle anlaşabildiler.

“Tarikat”larda, “şeyh”lerde, “derviş”lerde onların iç yapılarıda gizli istihbarat örgütleri için birer kapalı kutu değildiler. Yüzyıllardır, öyle yada böyle dayanışmaları vardı. Konu yeni bir anlaşma ile Türkiye’de ulus devleti çökertebilme eyleminde yeni bir anlaşma yapmak idi.

Bilginiz olsun, Turgut Özal, “tarikat”ları değil, “tarikat”lar Turgut Özal’ı tepelere taşıdılar. Olayın yaratıcısıda Korkut Özal idi.

Edebiyat Fakültesi’nden mezun olduktan sonra, 1960 yazında Mehmed Zâhid Efendi’nin kızı ile  evlendi. Aynı yılın sonbaharında, İlâhiyat Fakültesi’ndeki asistanlık görevi dolayısıyla Ankara’ya taşındılar. Ankara’da yaşadıkları yerde örgütlenmesini yürütebilecek yandaş bir cami açarak işe başladı, sonra kendilerine bağlı camilerin açılmasına öncülük etti. Sonra onun isteği ile değişik dernekler kurulup bir sürü cami yerleri alındı. Yapılan camilerde üstte Kur’an kursu, altta cami, içerisinde alış veriş yapilabilecek dükkanlar, olmak üzere, gelir getirici camilerin yapılmasına yol açtı. Buralarda zaman zaman “hadis ve tefsir” sohbetleri diyerekten, toplumu islam devrimine alıştırma çalışmaları yaptı. Camiler artık “tarikat” adı altında, para toplama yerine dönöşüyordu.

Artık su gibi bir yandan Araplar’dan, bir yanda Soroscular’dan akçalar akıyordu. Artık yurtlar açılıyor, girişimcilik başlatılıyor, pırıl pırıl dergiler, gazeteler çıkarılıyordu…

Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri, o yıllarda yabancı elçiliklerden (diplomat) görevlilerle sıkı, sıcak ilişkileri vardı. Kendisini onlara çok sevdirmişti

Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri, hemen her yıl Ankara’ya gelir, evlerinde bir süre misafir kalırdı. Ankara’nın çeşitli semtlerinde, çevre ilçelerde sohbetler, ziyaretler olurdu. Anadolu’nun muhtelif şehirlerine birlikte giderlerdi.

Esat  Coşan, Türkiyedeki sessiz devrimin öncüsü
Esat Coşan, Türkiyedeki sessiz devrimin öncüsü

1977 senesinde Esad Coşan Hocaefendi, Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri’nin isteği ile, İskenderpaşa Camii’nde hadis derslerine başladı. Hafta sonlarında İstanbul’a gidiyor, hadis dersini yapıp Ankara’ya dönüyordu.

Mehmed Zâhid Kotku’un eteğinin dibinden ayrılmazdı.

Mehmed Zâhid Efendi’nin hastalığında, ameliyatında hep yakın hizmetinde bulundu. Son demlerinde de yanı başındaydı. 13 Kasım 1980 günü Zahid öldüğünde onun isteği üzerine “tarikat” / “cemaat”in başına geçerek, “derviş” lerin eğitimiyle ilgilendi, “tebliğ ile irşad” görevini üstlendi.

Esad Coşan (Hocaefendi), hocası Mehmed Zâhid Efendi aracılığıyla “Nakşibendî tarikat”ının, Hàlidiyye kolunun, Gümüşhâneviyye koluna bağlıydı. Ayrıca “Kàdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye, Çeştiyye, Mevleviyye, Halvetiyye ve Bayrâmiyye tarikatlar”ından da “irşad”a yetkili idi.

Yine Avrupa ile Amerikada bulunan {SOROS} gibi kuruluşlarla sıkı ilişkisi olmuş olan Mehmed Zâhid Kotku’nun isteği üzerine kurdukları “Hakyol Vakfı”nın çalışmalarıyla bizzat ilgilendi, değişik yerlerde şubeler açtırdı. Sanat ve kültürle ilgili çalışmalar yapmak üzere “İlim, Kültür ve Sanat Vakfı”nı, sağlık hizmetleri için “Sağlık Vakfı”nı kurdurdu. Hanımların eğitimiyle ilgili olarak “Hanım Dernekleri”nin; çevre ile ilgili çalışmalar yapmak üzere “İlim, Ahlâk, Kültür ve Çevre Dernekleri”nin kurulmasına öncülük etti.

{Esad Coşan Hocaefendi, “irşad ve tebliğ” adına bütün vesileleri değerlendirmekten yanaydı.}

Dış güçlerle anlaşmanın kılıfıda buydu.

Bu sebeple basın ve yayın çalışmalarıyla da ilgilendi. 1983 Eylül’ünde İslâm dergisi başta olmak üzere kadın-aile, sağlık ve çocuklara yönelik de yayınlar hazırlandı. Vefa Yayıncılık adına yayımlanan bu dergilerle yakından ilgilendi ayrıca makaleler yazdı. Kitap yayıncılığı için Sehâ Neşriyat kuruldu ve orada çeşitli dinî, edebî, tarihî, kültürel eserlerle karışık olarak, Atatürk Türkiyesi’nden kurtulmanın yolları üstü örtülü olarak işlenerek yayınlandı.

Batılı uzmanların yönlendirmeleri, basın yayında büyük atılımlar gerçekleştirdiler. Sesli ve görüntülü yayıncılık alanında hizmet etmek, millî ve mânevî değerlerimize uygun yayınlar yapmak üzere 1992 yılında Akra FM kuruldu. Akra FM halen ilk günkü çizgisiyle yayın faaliyetlerini sürdürüyor müslümanlaşan azınlıkların gönüllerini güzelleştiriyordu. Yapılanlar bununla sınırlı kalmadı; Türkiye’nin değişik yerlerinde okullar, hastaneler açıldı.

İslam yeni bir yüzle topluma açılacaktı, bütün telekeyde (dünya) tarikatlar, kuruluşlar kurmuşlar, akçalara elleri değmişti. Onlar bütün Avrupa’da el üstü tutuluyorlardı.

Bu dönemde Turgut Özal, Hüseyin Feyzullah (Alparslan Türkeş), Muhsin Yazıcıoğlu ile bugünkü bakanların bir kısmı kendisini görmeye gelerek bağlılıklarını bildiriyorlardı. Çünkü bu bir kesim “politika”cı büyük güçlerin, bu “tarikat”la sıkı ilişkilerini görüyorlardı. Bazıları Muhsin Yazıcıoğlu başta olmak üzere dış elçilerle görüşmek istediğinde bu “şeyh”leri aracı ediyorlardı.

O günlerde buna uyumlu olarak Fethullah Hocaefendi’ninde yıldızı parlayacaktı. Onuda yurt içinden yurt dışından önemli kişiler görmeye, elini öpmeye geliyorlardı. Meral Akşener, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir İç İşleri Bakanı olarak, bir ilkokul diploması biile olmayan, ancak CIA’nın imamı durumundaki Fethullah Gülen’in elini öperek, onun büyük güvenini sağlayanlardan birisi olmuştur. O nedenlede istihbarat örgütlerinde Meral Akşener‘in adı ülkücü köstebek olarak geçmektedir.

Artık Türkiye’de bazı kurumlar ile kişilerin gidişlerinin değiştirilmesi gerekmekte idi.

Düğmeye basıldı, Avrupa’nın araştırma ile düşünce kuruluşları, kendilerini Batı’ya, ABD’ye çağırdılar. Buralarda bulunan göçmen Türkler ile müslümanların yeniden müslümanlaştırılmaları için anlaşma yapmak istediler. Bu da Türkiye’de orduya karşı düzenlenecek oyunun ilk bölümünü oluşturacaktı. Çok ilginçtir, o günlerde nerede ise bütün dişli olan “tarika”tlar, Esat Coşan efendiye Avrupa kuruluşları ile anlaşabilmek için yetki verdiler.

Yıl 1997’dir. Avrupa istihbarat örgütleri ile CIA’nın önemli görevlileri Avrupa’da bir anlaşmaya varırlar. Buna tarikatlar adına Esat Coşan kol koyar.

Sonra GOD (Hristiyanlar’ın Allah’ı) TARİKATLARA YÜRÜ KULUM DEDİ

Artık Hristiyanlar’ın God’u Türkiye’nin tarikatlarına el vermişti. O gün bu gün Avrupa ile ABD, Avusturalya’da yüzlerce “tekke”, “tarikat” ile Cami örgütlenmeleri başlamış oldu.

Pensilvania’da Nurcular’dan Gülen’e, Almanya’da (Menzilciler) Nakşibendiler’e, Avusturalya’da Esad Coşan Hocaefendi’ye büyük çiftlikler verilerek, onların uluslar arası güce ulaşmaları sağlandı. Artık öyle bir görünüm sağlandıkı müslümanlar, ne iş yapacaksa bu işin “tarikat” yolu ile yapılacağını sanıyorlardı.

Elleri akçaya değmişti, “sohbet-vaaz” lar, altında  yurtiçinde ve yurtdışında büyük örgütlenme başlamıştı. Bunun yanısıra taban olarakta 1975’ten beri ülkücülerin islamlaştırılmaları onların bu tarikatlara ilgi göstermelerine yol açmıştı.

Gerçeği söylemek gerekirse, ülkücülerin “tarikat”a yakınlıklarının bir başka nedenide, tarikatında, ülkücülerinde tepelerindeki yöneticilerin çoğunun dönme Ermeni yada Süryanilerden oluşmasıdır. Alparslan Türkeş, artık Ermeni kökenli olduğunu çoktan anlamıştı. Partinin tepesindede azımsanmayacak sayıda eski göçmen Ermeni vardı. Fethullah Gülen ile kurulan yakın ilişkidede Ermeni olmaları etken olmuştur.

CIA istedi Türkeş tarikatlara Ülkü Ocakları'nın kapılarını açtı.
CIA istedi Türkeş tarikatlara Ülkü Ocakları’nın kapılarını açtı.

Bütün tarikat öncüleri gerek Türkiye içinde gerek Türkiye dışında cirit atıyorlardı. Bu “şeyh”ler bir gün Türkiye bir gün Amerika ile Avrupa arasında gidip geliyorlardı. Avrupa’da, Kuzey Amerika’da, Afrika’da, Orta Asya’da ve Avustralya’da pek çok camileri dolaşarak Atatürk’ün putlarının nasıl yıkılacağını, Türk silahlı kuvvetlerinin nasıl dağıtılacağını anlatıyorlardı. Adı “vaaz”, “sohbet” ancak konu artık Türkiye’de düzenin değişmesi idi. Yine aynı yıllarda Milli Görüş ile tarikatlar içinde müslüman PKK’lılar görev almaya başlamışlardı. Eğitim kampları adı altında kalabalık kesimler, Türkiye’deki askerler’in “sadist”, baskıcı olduklarını, onları devirmenin en büyük ibadet olduğu anlatılıyorlardı.

En önemli bir konu var, oda 28 şubattan önce bu tarikatların dış güçlerle ilişkileri sağlamlaşmıştı.

28 Şubatla birlikte onlar nerelere yerleşeceklerini bildikleri için, ellerini kollarını sallaya sallaya yuvalarına uçup gittiler.

Avustralya’dan Eyüb Mezarlığı’na

28 Şubat süreci başlamıştı, Artık Türkiye onlar için bir çiftlik olamayacaktı. 1997 Mayıs’ından sonra geçmişte gizli yürüttükleri yurtdışı calışmalarını açıkça sürdürmeye başladı. 1998 yılında Avustralya’nın Brisbane şehrine yerleşti. Sayısız yerde camiler, kültür merkezleri açıldı. Brisbane’deki camide, günü birlik sabah ve yatsı namazlarından sonra “hadis sohbeti” yapıyordu. Bu hadis sohbet” lerin çoğunlugunda, “Türkiye’nin Kürtler’e Ermeniler’e, Süryaniler’e yeterince yer vermedigi, “namaz” kılanın izlendiği, jandarmaların evleri basıp “kardeşlerinin ırzlarına geçtikleri” konusu anlatılıyordu. Buna uyumlu olarak Fethullah Gülen camilerindede bu söylemler sık sık dile getitirilmekte idi.

Artrk iş örgütlenmeyi aşarak, Tv, Radyo sohbetleri başladı. Cuma günleri Akra FM’de yapmakta olduğu hadis sohbetlerine ek olarak, salı günleri “tefsir sohbetleri” yapmaya başladı. En sonunda sözü, Türkiye bir “dar-ül harp” tir demeye getirdi. 4 Şubat 2001 Pazar günü, bir cami açılışı yapmak için Grifit şehrine giderlerken, Avustralya yerel saatiyle 12’de (Türkiye saatiyle 04’te) Sydney ile Dubbo ilçesi yakınlarında geçirdikleri bir kaza sonucu, yanında bulunan damadı Prof. Dr. Ali Yücel Uyarel’le birlikte öldü.

Ölüsü, Sydney’de Auburn Gelibolu Camisi’nde kılınan namazdan sonra Türkiye’ye getirildi (8 Şubat Perşembe). 9 Şubat Cuma günü, Fatih Camisi’nde kalabalık katılımla yapılan namazdan sonra tekbirlerle, salavatlarla, dualarla, gözyaşlarıyla Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretleri’nin kabri civarında, Eyüp Mezarlığı’nda toprağa verildi.

Resim

Türkiye’de azınlıkların islam içindeki gönül eri Mahmud Esad Coşan Hocaefendi, milyonlarca insanın gönül dünyasında derin izler bırakarak, göçtü. Onun “irşad”ıyla pek çok Ermeni, Süryani yurttaşlarımız, “hidayet nur”larıyla “nur”landı. Bir çok Süryani, Ermeni, Kürtler’in yaralı gönülleri iyileşti, yaralı gönüller çözüm buldu. Arkasında gözü yaşlı “derviş”lerini bıraktı.

Pennsylvania’dan Pennsylvania’ya yolculuk

Öbür yanda, Fethullah Gülen’de Amerika’da Pennsylvania’da bir “mezara” gitmek üzere kendi yolunu seçti.

Ermeni olsalarda kendilerini Allah yolunda bir {Müslüman Türkiye} yaratma yoluna ayırmışlardı.

 

 

Tayyip Erdoğan Rum, Hüseyin Çelik Kürt, Abdullah Gül Ermeni

Hayko Bağdat GOMALAK 25.10.2013
Hayko Bağdat
R.

Tayyip Erdoğan Rum, Hüseyin Çelik Kürt, Abdullah Gül Ermeni

 
Siyaset arenasında rakiplerinin kökenine atıfta bulunmak uzun süredir moda oldu.
Erdoğan
’a, Kılıçdaroğlu’na, Gül’e ve daha pek çok siyasiye bu anlayış ile vekillerden yazarlara varana kadar değişik kesimlerden “itham”larda bulunuldu, haklarında kitaplar yazıldı.Fakat MHP lideri Bahçeli’nin son grup toplantısı konuşmasında ifade ettiği kadar ağır bir ırkçılığa ilk kez rastlıyoruz.Şöyle ki:“Göroymak’a NorşinAydınlar’a TilloTunceli’ye Dersim isimlerini vermenin arifesinde olan Başbakan ve etrafındaki bazı zevat, acaba kendi isimlerini de değiştirerek asıllarına rücu edecekler midir?
Yedi yaşında Türkçe öğrendiğini her fırsatta ifade eden, ama Türk Dili ve Edebiyatı alanında doçent unvanı alarak bugünkü seviyesine ulaşan AKP’nin kapı gıcırtısı ve akordu bozuk sözcüsü acaba ismini değiştirmek için neyi beklemektedir?

Türk milletine şükran duyması gerekirken etnik tetikçiliğe soyunan, Ali Suavi’den hiçbir şey anlamadığı da net olarak anlaşılan bu zat, mesela HadoHazo ya da Hander ismini almayı düşünmekte midir?
(….)
Bunun yanında, Başbakan Erdoğan’ın gündeminde kendi ilçesi olan Güneysu’nun adını Potamya olarak değiştirmek var mıdır?

Eğer olursa bizim nüfuz cüzdanlarımızda yazacak aidiyetimiz ve kökümüz hamdolsun bellidir ve bilinmektedir.


Karanlıktan aydınlığı taşa tutan namertler, sanal korkuluklara kafa tutmayı maharet gören ahmaklar, siz kendinizi ne olarak tasvir edecek, ne olarak sunacaksınız?


Acaba Başbakan muhtemel yeni nüfus cüzdanlarına kendisini ne diye kaydettirecek, kimliğini ve kökenini ne şekilde ifade edecektir?

Tercüme edelim.

Bu ülke Türklerindir.

Türkler buraları fethettikten sonra geçmişe dair tüm izleri silmekle, yok etmekle mükelleftir.

Bu topraklarda yaşayan halkların çocuklarına kendi kültürlerinden isimler vermesi, yaşadıkları coğrafyaları kendi dilleriyle adlandırması bildiğin bölücülüktür.

Geleneksel devlet politikalarının dışında davranan herkese potansiyel hain olduğunu hatırlatmak için Kürtlük, Ermenilik, Yahudilik ithamında bulunmak normaldir.

Çünkü bu ülkede Türk kimliğine itaat etmeyerek kendi kültürünü yaşatmak isteyen herkes hedeftedir.

Cumhurbaşkanı olabilirsiniz fakat anneniz Müslümanlaşmış bir Ermeni ise dikkatli olmanızda fayda var.

Bakan olabilirsiniz fakat adınız HadoHazo ya da Hander olamaz.

CHP’ye genel başkan olabilirsiniz ama Dersim’li Alevi iseniz ve annenizin adı Yemuş ise içimiz pek rahat etmez.

Şimdi oturup bu zihniyetin fenalığını anlatacak değilim.

Sadece ortalama akıl ile bazı sorular soracağım.


Abdullah Gül
’ün annesi gerçekten Müslümanlaşmış bir Ermeni ise ne olacak?

Cumhurbaşkanı istifa mı etmeli?

Gül’ün annesi tebliğ yoluyla mı Müslüman oldu?

Türkiye’de bu durumda kaç insan var?

Eğer bu hâl gerçekse tüm akrabalarının katledilerek zorla Müslümanlaştırılmış olan o annenin önünde diz çökerek özür dilememizi gerektiren bir hayat yaşamadı mı?


Yemuş
 Anne Ermeni ise Dersim’de bu kamufle kimlikle yaşayan kaç Alevi anne var?

Babalar, amcalar, dayılar nerede, niye hep anneler, anneanneler Ermeni?

Bu ülkede şüphe ile kökeninde Ermenilik, Rumluk olduğunu düşündüğümüz insanlar suçlanırken şüpheye mahal bırakmayacak şekilde, öz kimliğiyle Ermeni, Rum, Yahudi olarak yaşayanlar ne hissetmeli?

Benden bakan olma ihtimali var mı?

Sorular çok ama yer bitti.

Madem hâl böyle bari ben de “beddua” edeyim.

Zamanında Bahçeli için de “Ermenilik suçlaması”nda bulunulduğunu iyi anımsıyorum.

Bugünlerde tek dileğim bu iddianın gerçek çıkması.

Hiç olmazsa kızgınlığımız biraz eğlenceye dönüşür.

Rahatlarız.

haykobagdat@yahoo.com

Yukarıda üstü çizili yazıları ortalığa süren Adana’lı tavuk hırsızlığından içerde yatmış olan Türk İslam ülkücüsü Cengiz‘dir. Bu [Bahçeli Ermenidir] görüşünü ortaya atan kişide tarikatlarla gizli ilişkide olan Alper Aksoy’dur. Alper Aksoy’a [Bahçeli Ermenidir] öngörüsünü ortalığa yayın diyende bir MİT çidir.

Yeşil Kuşak Ülkücüsü Alper Aksoy
Yeşil Kuşak Ülkücüsü Alper Aksoy

Alper Aksoy, AKP’nin önünü açabilmek için MHP’ye karşı savaşını kimlerle yürütmektedir?

Alper Aksoy, Tarikatçı ülkücülerle MHP'yi yıpratmanın yollarını arıyor
Alper Aksoy, Tarikatçı ülkücülerle MHP’yi yıpratmanın yollarını arıyor

Oğuz Hocaoğlu, Mehmet Fatih Doğrucan, Nusret Anar, Metin Ergun, İsmail Türk, İsmail Oskay, Asri Karaaslan Uzun, Şenol Uğurlu, Feyzi Akkuzu, İbrahim Dilmaç, Alper Aksoy ve Mehmet Saral

MİT+Türk İslam Ülkücüleri+Ermeni yazarlar üçgeni

Hüseyin Feyzullah (Alpaslan Türkeş) uyuşturucu ilişkisi_1

{Akyazılılar vakfı, türkeş belgeleri)

Hüseyin Feyzullah (Alpaslan Türkeş)

Sarı Avni için Türk ya da Kürt milliyetçisi, Türk ya da Bulgar solcusuyla ortaklık fark etmezdi. ‘Narko dolar’ın ‘petro dolar’a egemenliği arttıkça yaşananlar kâbusa dönüşecekti. Türkiye, duyduklarına inanmayan insanların ülkesi haline gelecekti

Görsel

Görsel

Türkiye siyasetine egemen olan serbest piyasa ekonomisinin mantığıyla ‘Benim mafyam, senin mafyandan daha iyidir’ dönemi başlıyordu. Artık hiçbir şey daha çok kazanmaktan, daha çok harcamaktan önemli değildi. 
Son model bir Jaguar’ı başbakanın kızına düğün armağanı veren işadamının Oflu 
İsmail’le (Hacısüleymanoğlu) iş ilişkisi de Milano’da 10 kilo esrarla yakalananların üstünden hangi ilin emniyet müdürünün adresi çıktığı da önemsenmeyecekti. 
Sarı Avni ve Behçet Cantürk’le olan dostluğu fotoğraflarla belgelenen (8 Temmuz 1980) albay Ali İhsan Cesur’un ilişkileri onun İstanbul Dolmabahçe Sarayı’nda cumhurbaşkanı danışmanı olarak çalışmasına engel değildi. 
Sarı Avni için Türk ya da Kürt milliyetçisi, Türk ya da Bulgar solcusu, asker-sivil, polis-ajan, savcı-yargıç hiç fark etmiyordu. Örneğin o İsviçreli kaçakçı Paul Waridel’in de, Behçet Cantürk’ün de ortağı olabiliyordu. 
İnanması güçtü ama onun sivil-asker her düzeyde dostları vardı. 
Bağrından dünyanın en zengin hava kuvvetleri komutanını çıkaran Türkiye, bu komutanın yeraltıyla ilişkisinin üstünü başarıyla örtüyordu. TBMM, orgeneral Tahsin Şahinkaya hakkında sessiz kalınca, Şahinkaya için hazırlanan dosya Genelkurmay Başkanı’nın masasının üstünde tozlanmaya mahkûm ediliyordu. İddialar dudak uçuklatıcı boyuttaydı. Son darbenin Hava Kuvvetleri Komutanı’nın Sarı Avni ile, Emniyet Genel Müdürü’nün ise Behçet Cantürk’le konuştuğu söyleniyordu. (Selahattin Delidere’nin Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’na 1603-1-1581 sayıyla gönderilen ses bandı.) 
Narko doların petro dolara egemenliği arttıkça yaşananlar kâbusa dönüşecekti. Türkiye duyduklarına inanmayan insanların ülkesi olacaktı. Artık hiçbir şey önemli değildi. 
Dolder toplantısına katılan işadamı Mustafa Kefeli’nin Nesim Malki cinayetinin azmettiricisi olması savı da, Alaattin Çakıcı’yla birlikte Türk Ticaret Bankası skandalının aktörleri arasında yer alması da unutulacaktı. Her gün yeni bir olay ortaya çıkıyor, her yeni olay bir öncekinin üstünü örtüp eskiyi unutturuyordu. 
Mersin’de ele geçen 22 ton esrar ve 638 kilo baz morfin nedeniyle tutuklanan Örfi Çetinkaya‘nın ilişkileri insanın düş gücünün sınırlarını zorluyordu. Türkiye içinde kendini ‘hayır işlerine’ adayan Çetinkaya Makedonya, Bosna ve Arnavutluk’ta da okullar yaptırıyordu. Alparslan Türkeş, Rahşan ve Bülent Ecevit’in öve öve bitiremediği bu okulları ABD’de CIA koruması altında yaşayan Fethullah Gülen’in cemaatine verdiği söyleniyordu. (Saygı Öztürk, 12 Haziran 2000.) Biz unutsak da polis unutmuyor, kim bilir belki de bu savları da araştırıyordu.

Türk Okulları’nın dayandığı iki dayanak vardı. CIA ile eroin kacakçıları.

‘Polis yol verir’ 
Belleklerini kiralamayanlar MHP Genel Başkan Yardımcısı Şevket Bülent Yahnici’nin yaklaşık bir yıl önce “Eroine polis yol verir” dediğini de, “Türkiye’de çok büyük dükkânlar kurulduğunu” söylediğini de elbette anımsıyor. 
Söylenmeyen, bu güvenli yoldan yürüyerek siyasette etkinlik kazananların kimler olduğuydu. Söylenmeyen bu büyük dükkânların büyük ortaklarının siyasal kimlikleriydi. 
Sevgili Neşe Düzel’in Yahnici’yle yaptığı çarpıcı söyleşi (Radikal, 12 Haziran 2000) beklenen etkiyi uyandırmadı. Uyandırmadı çünkü, Abdi İpekçi’nin katili MHP’li ülkücü Mehmet Ali Ağca -büyük bir rastlantı söyleşinin yayımından bir gün sonra Türkiye’deydi. 
Kim anımsar bilinmez ama Ağca, karanlık işlere uyuşturucu ve silah kaçakçılığı dünyasından transfer edilen bir ülkücüydü. Abuzer Uğurlu’nun İstanbul Aksaray bölgesindeki yamağının Ağca olduğunu en başta Yahnici’nin anımsaması gerekirdi. Ağca, Türkeş, mafianın yolları, tarikatta birleşecekti.

Eymür mektubu 
Mehmet Eymür 1985 yılında MİT Müsteşarı Burhanettin Bigalı’ya yazdığı ‘ünlü mektubu’nda bu kirli ilişkileri açıklayacak ipuçları vardı: 
”Bildiğim kadarıyla Abuzer Uğurlu ile resmi ilişkinin kesilmesinden sonra da bazı kişisel temaslar devam etmiştir. Duyduğuma göre Mataracı davasıyla ilgili gözaltına alınan Abuzer Uğurlu’yu, kaçakçılık konularına bakan bir mensubumuz yanında 
İstanbul eski Ülkü Ocakları Başkanı Komando Mustafa olduğu halde, Beşiktaş’ta Abuzer’in Mersedes otomobiliyle, Sadettin Tantan’a teslim etmiş ve ona iyi davranılmasını istemiştir.” 
Abuzer Uğurlu’nun Türkiye’nin kan gölüne çevrildiği 1974-1979 yıllarında Yıldırım takma adıyla kullanıldığını bilmeyen yoktu. 
Ne yaptığı, kimin hesabına çalıştığı artık çok iyi bilinen Bekir Çelenk de aynı yolun yolcusuydu. 
Yahnici’nin Bekir Çelenk-Mehmet Ali Ağca ilişkilerini unutmaması gerekirdi. Uğurlu da, Çelenk de bir eli uyuşturucuda bir eli silahta vakti zamanın iki sıkı ülkücüsüydü. Unutmak/ unutturmak özgürlüğü varsa, anımsamak/anımsatmak özgürlüğü de vardı. 
Uyuşturucu-siyaset ilişkisinin yazılı olmayan tarihinde ‘polisten yol isteyenlerin’ ya da ‘kurulan büyük dükkânların’ özneleri arasında onların her zaman önemli yeri vardı.

Hüseyin Feyzullah (Alparslan Türkeş): Derneklerde Türklük ile ilgili egilimler yavaş yavaş yok edilirken, islamcı çalışmalar artırılıyordu. İslamcı (tarikatçı, tekkeci, azınlıkçı) anlayış ile birlikte YEŞİL ORDU KURULUYORDU. Artık, Türkeş’in cebine milyarlar doluyor, gencecik Anadolu çocukları sağ sol çatışmalarında ölüyorlardı.

Görsel   Görsel

İki kaçakçı vekil 
O yıllarda MHP Niğde Senatörü Kudret Bayhan, Fransa’da, MSP Diyarbakır Milletvekili Halit Kahraman Almanya’da uyuşturucu taşırken yakalanıyordu. Siyaset kulislerinde MSP’li Kahraman’ın MHP’yle ilişkisi konuşuluyordu. MSP’li Oğuzhan Asiltürk uyuşturucu işinde MSP’nin değil, MHP’nin izleri olduğunu savlıyordu: 
”Halit Kahraman’ın Diyarbakır’da bir türlü örgütlenemeyen MHP’nin il örgütünü kurmak için çalıştığını, bu sebeple Hüseyin Feyzullah (Alpaslan Türkeş)’le temasta olduğunu, hatta Türkeş’le yemek yerken çektirdikleri bir fotoğrafın kendilerinde olduğunu, Halit Kahraman’da yakalanan eroinlerin MHP’lilerle ilgili olabileceğini, bilindiği gibi CKMP’nin MHP olarak değiştiğini, CKMP Manisa Milletvekili Sami Binicioğlu‘nun eroin kaçakçılığından on yıl ağır hapse mahkûm edildiğini, aynı şekilde Senatör Kudret Bayhan’ın Fransa’da eroinle yakalanıp on beş yıla mahkûm olduğunu, Halit Kahraman’ın bunlarla irtibatlı olabileceğini anlatıyordu” (Mustafa Yiğit, Emniyet Genel Müdür Yardımcısı İnterpol Avrupa İcra Kurulu üyesi.) 
1978’lere gelindiğinde CHP’li İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’e bildiklerin anlatan MHP’nin Avrupa örgütlenmesinden sorumlu olan Lokman Kondakçı‘ya göre İstanbul’da bir ilçe başkanı uyuşturucu işi yapıyordu: 
”Bu eroin meselesini biz düşündük. MHP Bakırköy İlçe Başkanı var. O bu işi yapar. Ben Federasyon başkanıyken bana şunu söyledi: ‘Berlin’de bir adam var, esrar kaçırdı. Bu işi parti için yaptı. Kendisine yardımcı olmamız lazım‘ dedi. Bu intikal etti bize. Yani eroinle ilgili bazı şeyler vardı. “Bizim camiada yaklaşan iç savaş için silah temin etmek amacıyla para bulma arzusu her dönemde vardı. Parayı en kolay bulmanın yolu eroindi.” 
Alpaslan Türkeş’in ölümünden sonra İngiliz The Guardian gazetesinde ilginç bir haber vardı: 
”Aradan geçen 20 yıl süresince kanıtlar gösteriyor ki, Bozkurtların yarı resmi silahlı çeteleri tetikçi olarak eylem yapmaya başladılar. Bunların finansmanı uyuşturucu ticaretinden karşılanıyordu. Ayrıca uyuşturucu ticaretiyle ilgili bir kısım bilgilerden bir kısım politikacının haberi vardı.” (10 Nisan 1997) 
***

Darbeci komutanın Sarı Avni’si 
Bağrından dünyanın en zengin hava kuvvetleri komutanını çıkaran Türkiye, bu komutanın yeraltıyla ilişkisinin üstünü başarıyla örtüyordu. TBMM, Orgeneral Tahsin Şahinkaya hakkında sessiz kaldı. İddialar dudak uçuklatıcı boyuttaydı. Son darbenin havacı komutanının kaçakçı Sarı Avni ile konuştuğu söyleniyordu 
***

’12 Mart’ta haşhaş vardı’ 
1960’lı yılların sonunda Amerikan gençliğinin düştüğü uyuşturucu bataklığı dünya jandarmasını harekete geçirdi. ABD yönetimi, içinde Türkiye’ nin de bulunduğu bazı ülkelerden haşhaş ekimini yasaklanmasını 
istedi. ABD’nin Ankara Büyükelçisi William 
J. Handley, Başbakan Süleyman Demirel’le haşhaş ekim yasağı konusunda ‘sert ve tehditkâr’ bir üslupla konuşunca kendini ‘kapının dışında’ bulacaktı. 
12 Mart yönetiminin Başbakanı Nihat Erim, ABD’nin istemi doğrultusunda haşhaş ekimini tüm yurtta yasakladı. Demirel hükümetlerinin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in yıllar sonra “12 Mart’ta CIA vardı, haşhaş vardı” açıklaması uyuşturucu-siyaset ilişkilerinde bir dönüm noktası olmalıydı. Olmadı. 
12 Mart rejiminin yarattığı toplumsal muhalefet rüzgârlarıyla iktidara gelen CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, yasağı sınırlı olarak deldi ve dört ilde yürürlükte olan haşhaş ekimi yasağını kaldırdı. (1 Temmuz 1974) 
MHP lideri Alpaslan Türkeş’in görüşlerine göre ise ‘haşhaş ekimine yeniden izin vermek nümayişkâr bir biçimde ele alınmış, Amerika’ya karşı bir meydan okuma şekline çevrilmişti.” 
Haşhaş ekimi konusunda ABD’ye kafa tutmak yanlıştı. Türkeş’e göre ilk yapılacak işhaşhaş konusu başta olmak üzere Amerika ile acele müzakerelere girişmek ve aramızdaki eski dostane samimiyet ve yakın işbirliğini kurmak‘ olmalıydı. (17 Temmuz 1974)