Aşağıda adı belirtilen öldürülmüş aydınlar üzerine açıklama:
Türkiye’de uzun yıllarca süren bu aydın öldürülmeleri ara sıra dursada, bir süre sonra yeniden başlamaktadır. İyi incelenirse gerekliliğine göre bazan bir bazan üç bazanda 5-10 kişi 1-10 yıl arasında öldürülüyörler. Bu işin sözde uzmanları bu süreleri iyi incelemedikleri için, olayın tanısını iyi yapamıyorlar, böylece sanıklarında bağlı oldukları örgütü belirleyemiyörler.
Onu öldüren Mehmet Ali Ağca, bu günlerde iyi müslümanlığa soyundu. Hasan Mezarcı çizgisine girdi. Onun yalnızlığa itilmişliğini gören bazı kurumlar, onu kullanmayı deniyörler. Olayın arkasında yalnızca Milliyet gazetesi’nin sattırılmaması yatıyordu. O günlerde Abdi İpekçi, Türkeş’i eleştirip, onu ülkücüleri sokak eylemlerine, öldürme olaylarına yönlendirdigini yazmıştı.
Ağca 1979 Maltepe TSK tutuklular evinde gülümsiyerek “Başbuğun buyruğunu yerine getirdim” demişti.
Önemli olan bir bilgi budur, bu olaylarda sanıkları mit biliyor, ancak bilmiyor oyunu oynuyor.
Bir ip ucu vereyim. 1980 öncesi sağ sol çatışmaları, tek tük ölümlerle sonuç alamadığı için toplu öldürmelere geçildi. Halk öylesine bezdirilmeliydi, artık halk, ordunun yönetime el koymasını istemeliydi. SONUÇTA BÖYLEDE OLDU.
O dönemdeki olaylarda Ankara’da Şefkat Çetin, Muhsin Yazıcıoğlu, ile başka bazıları (ilerde adları verilecek) Istanbul’da Yılma Durak, Ahmet Orhan Sar, Mustafa Polat öldürme olaylarını örgütleyen kişilerdi.
Şimdi, bakmayın yıllar sonra onların toplumu kucaklar konuşmalarına. Olayların olduğu yıllarda mit ile işbirliği içinde, kendilerini birer şeyh / reis olarak görüyörlerdi. Bilinen bir başka gerçekte Türkiye’de üst tabakadan olupta öldürülen solcu, aydın, yazar çizerlerin tümünde Alparslan Türkeş’in onayı vardı. Bunu Ankara’da Muhsin Başkan la olan görüşmede, kendisine yöneltilmiş olan “siz bu işi yaptırmamalıydınız” dendiğinde, o “Basbuğ’un onayı olmadan yapılmadı” Siz başbuğ’dan iyi mi bileceksiniz demişti.
Çok ilginçtir, Istanbul’da bazı öldürme olaylarına karşı çıkıldığında Mustafa Polat; “Başbuğ onun kalemini kırdı” dedi. Bu konuşmadan bir yıl iki ay geçtikten sonra Mustafa Polat’ın git bu … kişiyi öldür, dediği ülküdaş, Istanbul Küllük’te bana “sence o adam öldürülmeli mi?” diye sorunca donup kaldım. Neden öldürülmeli dir dediğimde “Mustafa Polat reis, o iş bitmelidir dedi” dedi. Bende: “Biz artık önümüze geleni solcu diye öldürecek miyiz?” dedim. Oda bana: amma reis, o önemliymiş, Mustafa Polat reis bana “Başbuğ onunda kalemini kırdı” dedi.
Bundan da açığı, Beyazıt ile Aksaray ortasındakı Camlı kahvede oturuyorduk. Karşımızda Mehmet Gül ile Celal Adan oturuyorlardı. Orası çok kalabalıktı. Birden bire büyük bir patlama sesi geldi. Arkasından silah sesleri geldi. Ortalık çığlık çığlığa idi. Çok ilginçtir. Mehmet Gül ayağa kalkıp sağa sola yürüyüp bakmak, görmek isteyenlere döndü, “Arkadaşlar önemli bir şey yok bir patlama olmuş, ölenler varmış, polisin dikkatini çekmeyelim, yerlerimize oturalım” dedi.
O bizimle idi nereden biliyordu Beyazıtta patlama olacağını? Demekki birilerinin yine kalemi kırılmıştı. Oda bir başkan olarak olayı önceden biliyordu.
Ondan sonra nemi oldu?
6,7 dakka sonra içeri korkunç şaşkın biçimde Sıddık Polat girdi, Mehmet Gül’e dönüp, “başkanım o iş bitti” dedi. Mehmet Gül ona git buralardan dedi elini tersi ile….. Oda ters yöne doğru kalabalığa karışıp gitti.
Buraya eklenebilecek çok bilgiler var, sonradan eklenecektir.
Sonuçta biz ülkücüler o olaylarla Devletimizi ABD yanlılarına, Kenan Evren, Fethullah Gülen, Turgut Özal çetelerine verdik.
Gelelim 1990 lardan 2000 lere deyin yapılan öldürme olaylarına
Artık ABD, Türkiye’nin ABD yanlılarınca yönetilmesiyle yetinmi yordu. Türkiye’de Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet yıkılmalıydı. Artık ilahi şeriat düzeni adı altında imamlar Türkiye’yi yönetmeliydiler. Bunun içinde bunun önünde duran bağımsızlıkcı aydınlar yok edilmeliler, Cumhuriyeti sevenler yapılacak öldürme olayları ile korkutulmalıydılar. Örgütlü aydınların güçleri kırılmalıydı. Toplumu uyaracak bilgililer yok edilmeliydiler.
İyide artık ülkücüler susturulmuş, dağıtılmışlardı. Bu aydınları kim öldürmeliydi?
Onlar kimlerdi? Buyurun: 1990’ların acıları, 31 Ocak 1990’da Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Genel Başkanı Prof. Muammer Aksoy’un evinin önünde kurşunlanarak öldürülmesiyle başladı.
Bunu 7 Mart 1990’da Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni yazar Çetin Emeç izledi. Ardından 4 Eylül 1990’da dini konulardaki araştırmalarıyla bilinen Turan Dursun katledildi. 6 Ekim 1990’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin ilk kadın öğretim üyesi, Cumhuriyet devrimlerini bilimsel olarak da özümsemiş Doç. Dr. Bahriye Üçok katledildi.
24 Ocak 1993’te ise hedef halkın kalpaksız kuvvacı adını verdiği, “araştırmacı gazeteci” kimliğinin yaratıcısı, Cumhuriyet yazarı Uğur Mumcu idi.
Bundan sonrasında Türkeş ölünce, sayın Devlet Bahçeli sorumlu olmuştur.
Duyarlı toplum bu cinayetlerin aydınlatılması için yıllarca haykırırken 21 Ekim 1999’da ADD Genel Başkan Yardımcısı, Kemalizmin anlatımı deyince ilk akla gelen isim Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı aracının ön camına konan bomba ile öldürüldü.
ABD ile Türkiye’de ABD için çalışan gizli güçler, 1980 öncesi birikimlerinden yararlanarak, eskiden ülkücü olupta, ABD’nin yeşil kuşak atılımı ile şeriatçi akımlara kaymış olanlar vardı, bu kerede onlar devreye sokulmalıydılar, öylede oldu.
Hizbullah, Nurcu, Nakşibendi, tarikatlarla iç içe olan BBP (alperenler) ile başka akımlara gidenlerle iş bitirilecekti. Bu aydınların öldürülmeleride göz göre göre oldu.
Yine çoğunluğu ileri geri ülkü ocaklarına girip çıkmışlar, ancak sonradan gerçek HAK yolunu bulmuşlar, bu işe sokuldular. O dönemde CİA, Mit, Avrupa’nin gizli devlet örgütleri birlikte çalışıyorlardı.
Artık sözü uzatmayayalım, şimdilik iki örnek vererek sonra gerisini yazmak üzere sözlerimi bitireyim. 1. Ugur Mumcu’yu öldürenler Polisce bilerek bırakıldılar. En sonunda Kayseri li Oğuz’u polis gördü, izledi yakalamadı. Oda anladığıma göre Avrupa’ya kaçıp gitmiş. Gittiği yerde ona doğrudan oturma izni verildi, kendiside gözlerden uzak bir yeşillik köye yerleştirildi. Onu karşılayanlar, Hizbullahçilardı, ancak Oğuz kendisi eski bir ülkücü idi.
Gelelim Hablamitoğlu’nun ölümune, onun ölümüne giden yolda dinayetin desteklediği bir kişi bilgileri CİA’ya aktardı. Alman, ABD, Türkiye istihbaratlarından bazılarıyla birlikte öldürdüler. Ölmeden 40 gün önce kendisini uyardık, üstelik, kendisi ile ilgili bilgileri kimin toplayıp verdiğini belirttik. Ancak o kendisine çok güveniyor, ayrıca Din ayet arcılığı ile Cia ya çalışana da çok güveniyordu. Sözlerimize kulakda asmadı. Neden mi? Kendisi öyle yönlendirilmişti. Yazılar yazıyor, herkes onu alkışlıyordu. Oda birden bire tanınmışlığının kulu oldu. Bütün bunlar olurkan Mehmet Eymür’e karşıda savaş açmıştı. İyi bir Atatürkçü idi, ancak iyi bir SENGÜN (komando) değildi. Yine en büyük yanlısı yazdığı kitabın basılmaması önerisi ile FETÖ cülerle masaya oturmuş olmasıydı. 2
Temmuz 1993 Sivas katliamından 5 Temmuz 1993 Başbağlar katliamına, “halkı kazanmadan terörle mücadeleyi kazanamazsınız” diyen Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis’in 17 Şubat 1993’te öldürülmesinden 24 Mayıs 1993’te Bingöl’de 33 erin kurşuna dizilmesine kadar alçakça planlanmış olayları yaşadık.
Sivas’ta öldürme olaylarına karışmış olan kendisini iyi bir müslüman olarak tanıtan Ahmet Turan Kılıç’a, Erdoğan’ca özgürlük verildi.
Sonuçta biz eski ülkücüler o olaylarla Devletimizi bu kerede tarikatlar; FETÖ + Milli Görüş ortaklığı adı altında sözde şeriat kuracağız diyen ABD yanlılarına kaptırdık,
Türkiye yönetimi olağanüstü değişmesi yaşandı.
İzin verinde gerisini sonra yazayım. Bu yazı gelecek günlerde düzeltilip, eklemeler yapılacaktır.
Kazan Bey
Aşağıdakı yazıda adı geçen öldürülenle ilgili bir alıntı yazıdır.
Türkiye’nin tarihini on yıllara bölseniz, her döneminden ayrı anlatımlar çıkar. 1990’lı yıllar ise hâlâ en karanlık süreçlerden biri olarak duruyor.
1990’ların acıları, 31 Ocak 1990’da Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Genel Başkanı Prof. Muammer Aksoy’un evinin önünde kurşunlanarak öldürülmesiyle başladı.
Bunu 7 Mart 1990’da Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni yazar Çetin Emeç izledi. Ardından 4 Eylül 1990’da dini konulardaki araştırmalarıyla bilinen Turan Dursun katledildi. 6 Ekim 1990’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin ilk kadın öğretim üyesi, Cumhuriyet devrimlerini bilimsel olarak da özümsemiş Doç. Dr. Bahriye Üçok katledildi.
24 Ocak 1993’te ise hedef halkın kalpaksız kuvvacı adını verdiği, “araştırmacı gazeteci” kimliğinin yaratıcısı, Cumhuriyet yazarı Uğur Mumcu idi.
Duyarlı toplum bu cinayetlerin aydınlatılması için yıllarca haykırırken 21 Ekim 1999’da ADD Genel Başkan Yardımcısı, Kemalizmin anlatımı deyince ilk akla gelen isim Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı aracının ön camına konan bomba ile öldürüldü.
Bu ölümsüz kahramanların kimlikleriyle karşılaştıklarını yan yana koyunca hedefin ne olduğu, Türkiye’nin hangi alanlardan vurulmak istendiği açıkça ortaya çıkıyor.
***
1990’lı yılların aydın kıyımları, acıların bir boyutu…
2 Temmuz 1993 Sivas katliamından 5 Temmuz 1993 Başbağlar katliamına, “halkı kazanmadan terörle mücadeleyi kazanamazsınız” diyen Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis’in 17 Şubat 1993’te öldürülmesinden 24 Mayıs 1993’te Bingöl’de 33 erin kurşuna dizilmesine kadar alçakça planlanmış olayları yaşadık.
1990’lı yılların Balkanlar, Kafkaslar ve Irak’ta iç savaş zamanları olduğu dikkate alınırsa kurgu iyi anlaşılacaktır.
Yukarıda sıraladığımız olayların tümüyle aydınlatılmış olması bir nebze yüreklere su serper, bu tür planlar yapanların ipliğini pazara çıkarabilirdi.
Ne yazık ki öyle olmadı. Kimi olayların faillerinin yakalandığı açıklandı, ama planı kimin yaptığı, hangi alçak yapılanmanın bu işe giriştiği ortaya çıkmadı.
Örneğin Uğur Mumcu soruşturmasında daha ilk günlerde, bombayı koyan ve gözcülük yapan “yakalandı”. Kısa bir süre sonra ortaya şu çıktı:
Olayın faili olarak yakalananlar 24 Ocak 1993 günü İstanbul’da gözaltında görünüyor. Kayıtlar öyle!
“Sehven” dendi ama böyle sehven mi olur?
Sanki “şeklen” bir soruşturma olmuş!
***
1990’lar karanlığına 18 Aralık 2002’de katledilen Necip Hablemitoğlu’nu da eklemek gerekir. Her ne kadar cinayet 2002’de işlenmiş olsa da Hablemitoğlu’nun kimliği, ülkenin 1990’lı yıllarda kıyılan aydınlarıyla örtüşüyor.
İktidara bir çağrımız var:
Gelin, 1990’lı yıllar karanlığının perdesine dokunun.
Gelin, Türkiye’nin 21. yüzyılını tamamen karartmayı hedefleyen bu olaylar bütününü açığa çıkarın!
Ergenekon kumpasının hedeflerinden biri, yakın tarihin tüm karanlık olaylarını cumhuriyetçilere yıkıp üstüne beton dökmekti.
Kumpasın en azından bu bölümü açığa çıktı.
Gelin, Türkiye’nin geleceği için 1990’ların soruşturmasını bir arpa boyundan biraz daha ileri götürün!
Bu çağrımız ne yazık ki bir beklentiden kaynaklanmıyor… Halk adına iktidarın sorumluluğunu anımsatıyoruz.
Uğur Mumcu’yu katledilişinin 27. yılında bitmeyen bir özlemle anmaya hazırlanırken bir kez daha onun söylemiyle haykırıyoruz:
Korkak bin kez, cesur bir kez ölür!