Cavit Orhan Tütengil, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Onat Kutlar

 

Cavit Orhan Tütengil, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Onat Kutlar’ı kim mi öldürdü?

Mustafa Bolat: “Biz Allah rızası için alllahın nizamını kurana değin, bu aydın geçinen serefsizlerin kanlarını dökeceğiz”
Mustafa Bolat: “Biz Allah rızası için alllahın nizamını kurana değin, bu aydın geçinen serefsizlerin kanlarını dökeceğiz (1978)”

Yazılması en güç yazıda böyle bir yazıdır. Sayın Barış Terkoğlu, elinden geldiğince, dili döndüğünce Türkiye’nin yetkin aydınlarının öldürülmelerini aydınlatmaya calışmış. İyide etmiş, ancak bazı konular, ya iyi aydınlanmamış, yada sayın yazar, gizli kalmış bazı olayları görememiş.

Bende katkı olsun diye olayla ilgili bildiklerimi ekleyeyim.

Bana göre öldürülme olaylarının belirlenme yeri CIA ile Avrupa Bilgi Toplama Kuruluşları’dır. Mossat’da bunlara arka çıkmıştır. Türk mitindende bazıları uygulamayı sağlattırıyorlardı.

Sayın yazar, bu öldürme olaylarında kullanılmış olan kişilerin (ülkücüler) öldürme olaylarından önce yada sonra İran’a gittiklerini yada İran ile ilişkide oldukları gerçeğinden, sanıkların İran’ca yönetildiklerini ileri sürmektedir.

Olaya dışarıdan bakınca olay öyle gelişiyor ancak, gazın ayağı öyle değil.

İran terör yaparak karşıtlarını öldürüyor. Bu doğrudur.

İran bazı sanıklara alt yapıda sağlamakta idi. Ancak, olayı Cia ile A.B görevlileri belirliyor. Sanıklarıda yine onlar İran ile ilişkiye girmelerini sağlıyorlardı.

Bunun en canlı örneğide Mehmet Ali Ağca’nın eylemlerinde görmüş olduk. Oda ilk eylemi olan Milliyet Yazarı Abdi Ipekçi’yi sözde yahudi diye öldürmüştü. Sonrada göz göre göre “Ben Papa Joun Paul ‘u öldüreceğim diye bağıra çağıra Avrupa’ya gitti. Orada gereki ön çalışmalar yapıldı, sonuçta Papa’ya saldırdı.

Ağca, Papa Jean Paul'u öldürünce, bunun time yararı oldu? Avrupa ile ABD'nin.
Ağca, Pope John Paul II‘u öldürünce, bunun time yararı oldu? Avrupa ile ABD’nin.
Ağca, Papa Jean Paul'u öldürünce, bunun time yararı oldu? Avrupa ile ABD'nin.
Ağca, Papa “ John Paul II‘u öldürünce, bunun time yararı oldu? Avrupa ile ABD’nin.

Ancak, burada o Avrupa’ya gitmeden önce İran’a da gitti. Bu gidişinide bilerek sağa sola duyurmuştu. Bakın saldırıdan önce İran’a gittiği bilinince olayı İran’a yıkanlarda oldu. Durun iş bitmedi. Ayrıca yargılama sırasında Rusya (o dönemde Bulgarlar Rusya’ya bağlı idi) ile ilişkide olduğunuda ortaya attı.

Batı, ülkücülerin eliyle aydınları öldürtüyor, sanıklarında İran ile ilişkilerini elaltından duyuruyordu. İran. adını kullanıp öldürme olayları karartılıyordu.

Bu bir, ikincisi, Uğur Mumcu’yu öldürenlerden birisi olan Oguz …..,

Oğuz’u mit izliyor, çok yakınında olsada onu tutmuyor, kaçmasını sağlıyor. Ondan sonrada yurt dışına çıkışı sağlanıyor. İlginçtir. Avrupa’ya iner inmezde kendisini Hizbullah (İran) a yakın kişiler karşılıyorlar. Avrupa’lı yetkililerde onu çok sıcak karşılıyorlar. Ona çok çabuk oturma izni veriyorlar. Üstelik sağlığa uygun evde veriyorlar. Olay unutulup gidiyor.

Hablemitoglu öldürülünce CIA ile BND'nin önündeki engeller kalktıı
Hablemitoglu öldürülünce CIA ile BND’nin önündeki engeller kalktıı

Gelelim, Necip Hablemitoğlu’nun öldürülmesi olayına,

Hablamitoglu’nun öldürülmesi olayında da izler bizi CIA + AB (gizli bilgi toplama kuruluşları) na götüryör.

Kısaca, Hablemitoglu’nun kendi ağzından söylediği en iyi arkadaşı kim imiş ? M. Tütüncü diye birisi imiş. İyide oda kim imiş ?

Paul B. Henze: Mehmet Tütüncü'nün yoldaşı
Paul B. Henze: Mehmet Tütüncü’nün yoldaşı

O CIA’nın yöneticilerinden (Paul Henze)  ile birlikte çalışan, Din Ayet’çe giderleri karşılanan, PKK’nın ileri gelenleri ile içli dışlı, üstelikte Kürt Bağımsızlık Örgütleri ile ilgili .atılıların eserlerini elden ele dağıtan, turancı-türkçü takılan birisidir. O dönemde Din Ayet CIA- AB gizli güçlerince nerede ise içi boşaltılmış idi. Hablamitoglu bir yandan Fetö ile tartışır iken, öbür yandada arkasını Din – Ayet’e dayamıştı. O da biliyordu, o dönemde Dinayet te Fethullahçılar cirit atıyorlardı. Ayrıca yine Mehmet Tütüncü ülkücü kuruluşlarla yakın ilişki içinde idi. (BND’nin gizli raporundan alınan bilgiler/Gulen/ulkucu/milli gorus/hizbullah/5234-190-2005-27)

Bu öldürme olaylarında çoğunlukta ülkücüler kullanıldı, yada Hizbullahçılardan seçilen kişiler önce ülkücü gösterildiler, sonrada eylemlere sokuldular.

Cengiz Ayhan: Türkeş bize Batılılar'ın çıkarları için aydınları öldürttü.
Cengiz Ayhan: Türkeş bize Batılılar’ın çıkarları için aydınları öldürttü.

Sonuç ; öldürme olaylarının yararları kimlere dokunmuşsa öldürme işlerini onlar yaptılar. ABD’nin Türkiye’de yapmak istedikleri ile Hablemitoglu’nun görüşleri, yaptığı yayınlar uyuşmuyordu.

Bu öldürme olayında Gülenci kesim etken yer Aldı ancak onlarda CIA’nın verdiği görev geregi olarak bu olayda etken oldular.  

Öyle ise yolların açılması gerekiyordu. Yollar ABD’ye açıldı ancak yüreklerde yandı…

Ek bilgi: öldürülmeden kırk gün önce bir kişi (C.A.) kendisi ile görüşüp, yakınında bulunan kişilerin derin ilişkilerini söylediğinde verdiği karşılık ilginçti.  “Ben bastığım durduğum yerlere, görüştüğüm kişilerede çok güveniyorum.”

+ Şehir dışındayım, onun için yazıyı burda kesiyörüm, arkası gelecek.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Barış Terkoğlu

 

Ahmet Taner Kışlalı’nın üzerine çarpı atanlar

21 Ekim 2019 Pazartesi

Her zamanki gibi sabah erken kalktı. Masanın başına oturdu. 09.28’de “Kınıyorum!” diye başlayan yazısını gazeteye faksladı. Bir aylık bebeğine son kez baktı, 09.35’te evden çıktı. Eşine, “Ben arabayıısıtayım, iki üç dakika sonra gelirsiniz” dedi. Titiz bir adamdı. Onu takip edenler de bunu biliyordu. Arabasının üzerinde gazete kâğıdına sarılı bira kutusunu görünce alacağını tahmin ediyorlardı. Öyle de oldu. 09.40’ta bomba patladı. Sol kolu o an koptu. Göğsünden biri 0.8 santim, öbürü 0.2 santim çapında metal parçalar çıktı. Sol koltuk altına 5 santimlik çivi girmişti. 10.25’te öldüğü açıklandı.
20 yıl önce bugün vahşice katledilen Ahmet Taner Kışlalı, son yazısını tam da bu yazıyı okuduğunuz sayfada yayımlansın diye yazmıştı. Kendisinin okuyamayacağını düşünüyor muydu? Evet.
Kışlalı’nın katlinin ertesi günü Cumhuriyet’in manşetinde Cavit Orhan Tütengil, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Onat Kutlar’ın fotoğrafları Kışlalı’nın yanında duruyordu. Hepsi, savundukları fikirlerin bedelini ölümle ödemişlerdi. Kışlalı, “Hedef olmuşsanız artık kaçışınız yoktur” sözüyle “ihtimali” açıkça söylüyordu. Önceden “arabayı ısıtmak” aslında ailesini korumak içindi.
Ölümünden sadece 5 ay önce Akit gazetesinde üzerine çarpı atılmış bir fotoğrafı basılmıştı. “Yuh pişkin zorba” yazıyordu.“Zorba Kemalist gemi azıya aldı” başlığıyla hedef gösteriliyordu.
Kışlalı’dan 4 yıl önce katledilen Gümüşhane Barosu Başkanı Ali Günday’ı da ölümünden önce Akit hedef göstermişti. Kışlalı’dan 7 yıl sonra Danıştay üyelerinin fotoğrafı aynı şekilde cinayet öncesinde Akit’te basılmıştı.
Cumhuriyet’in başyazısında cinayetin ertesi günü şöyle yazıyordu: “Devletin ve hükümetin gözleri önünde Cumhuriyet yazarları birbiri ardına öldürülüyorlar. Cumhuriyet’te yazarlık yapmak, ölümle sınava girmek anlamı kazanıyor”.
Kışlalı’nın katilleri yakalanıp suçlarını itiraf ettiklerinde ortaya çıktı. Bahriye Üçok’u ve Kışlalı’yı öldüren bombaları hazırlayan aynı kişiydi. Onlarla birlikte Uğur Mumcu’yu, Muammer Aksoy’u öldüren ise aynı örgüt, İran bağlantılı “Tevhid-Selam ve Kudüs Ordusu”ydu. Cinayetleri ellerini kollarını sallayarak işlemişlerdi. Nedense dokunanları olmamıştı.

 

Fotoğrafa çarpı atan kim çıktı? 
20 yıl sonra Akit’teki o çarpılı fotoğrafa bir daha baktım. Hazırlayanın “Abdullah Birisi” olduğu yazıyordu. Tabii ki sahte bir isimdi. Peki, adını saklayan bu “sahteci” kimdi? Sürpriz olmadı: Yılmaz Yalçıner.
Kim miydi?
68 gençliği onu devrimcilere karşı saldırı eylemlerinde başı çeken bir ülkücü olarak hatırlıyor. 1974’te ise ülkücülükten tövbe edip yolunu İslamcılığa çevirdi. Bir ara Kadir Mısıroğlu ile birlikte Sebil dergisinde görüldü. 1978’de Şura’yı, ardından Tevhid dergilerini çıkardı. Niyeti İran’daki İslamcı dalgayı Türkiye’ye taşımaktı. Kendisi de “İran devriminin Türkiye’deki sözcüsü” olduklarını söylüyordu. Geçmişte ülkücülere yaptığı gibi, bu kez İslamcı gençleri radikal eylemlere sevk ediyordu.
Yalçıner, 14 Ekim 1980 günü bir grup arkadaşıyla silahla uçak kaçırdı. Niyetleri anlattıklarına göre uçağı İran’a götürerek “hicret etmek”ti. Uçakta yaşanan çatışmada iki insan öldü. Yalçıner, 36 yıl hapis cezası aldı. Diyarbakır Cezaevi’nde kaldı. Cezaevi’ni yönetenler Yalçıner’i “pek seviyor” olacaklar, hapiste yatan solculara zorunlu din dersi verdiriyorlardı. Yalçıner, Özal dönemi affıyla 11 yıl 7 ay sonra çıktı. Bir süre sonra Akit’te yazar oldu.
AKP-FETÖ ortaklığı döneminde Yalçıner, bir kez daha yön değiştirdi. Bu kez İran karşıtı olmuştu. “Yanlışlıkla başarılı olsaydık, mazallah Türkiye’yi de İran misali bir diktatörlüğe sürüklemiş olacaktık” diye geçmişini reddetti, “ılımlı İslamcı-demokrat” maskesi taktı. Bir ara Fethullahçıların Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın toplantılarında göründü. Kumpasları destekledi. Derken, “Keşke hiçbir şey yapmasaydım da Mehdi’yi bekler gibi Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarını, AK Parti’yi bekleseydim” diyecek kadar “Reisçi” oldu.

Kemalizmin açık düşmanları
Katillere parmağıyla Kışlalı’yı gösteren şaibeli şahsın İrancılık’tan bugüne uzanan çizgisi özetle böyle. Tutarsız görünebilir. Ancak son derece tutarlı. Bu da öldürülen aydınların çizgisinde saklı. Zira Cumhuriyetin ve Atatürk’ün düşmanları, kendilerine, döneme göre isim ve kılıf bulmakta zorlu çekmiyor.
Aydın cinayetleri beden değil, fikir cinayetidir. Kışlalı “yürüyen Kemalizm”di. Ona kastedenler Kemalizmi öldürmek istemişti. Haliyle, Kışlalı’yı bir fotoğraf olarak değil, bir fikir olarak yaşatmak ancak Cumhuriyet devrimciliğini ayakta tutmakla mümkündür. 
Kışlalı, düşmanlarına şöyle seslenmişti:
Eğer Türkiye’de bir din devleti kurmak istiyorsanız, Mustafa Kemal’e saldırmanız elbette ki tutarlıdır. Eğer Türkiye’nin bir bölgesini ayırıp ırkçı bir devlet kurmak peşindeyseniz, Mustafa Kemal’e saldırmanın elbette tutarlı bir yanı vardır.
Bu sayfanın mürekkebine karışan kan Ahmet Taner Kışlalı’nındı. 20 yıl önce bir kez öldü. Şimdi ciğerindeki son nefesi bin ciğerde ve hep mücadeleyle yaşatma zamanı.

Ana Sayfa » Havacılık Haberleri » UÇAĞI NEDEN KAÇIRMAK İSTEDİ?

12 Aralık 2011, Pazartesi 08:29:43

UÇAĞI NEDEN KAÇIRMAK İSTEDİ?

1980 yılında 3 arkadaşı ile birlikte bir yolcu uçağını Tahran’a kaçırma teşebbüsünde bulunan Yılmaz Yalçıner, 11 yıl 7 ay hapis yattı. Yalçıner, şimdi geriye baktığında “İyi ki başarısız olmuşuz. Başarsaydık daha büyük yanlışlara imza atacaktık. İran rejimini tahkim etme durumuna düşecektik” dedi.

Gazeteci-yazar Yılmaz Yalçıner, 1946 yılında Ankara’da doğdu. Gençlik yıllarında ülkücü hareketin içinde oldu. Sonraki yıllarda İslamcı bir çizgiye kayan Yalçıner, 1980 darbesinin hemen ardından Mekki Yassıkaya, Hasan Güneşer ve Ömer Yorulmaz’la birlikte uçak kaçırarak Tahran’a gitme teşebbüsünde bulundu.

Bu olay başarısızlığa uğrasa da çok ses getirdi. Diyarbakır Cezaevi’nde geçen 11 yıl 7 ay sonunda serbest kalan Yılmaz Yalçıner gazeteciliğe devam etti. Şimdilerde siyasetten elini eteğini çekmiş, bir sahil kasabasında dingin ve huzurlu günler yaşıyor. Yalçıner 32 yıl süren sessizliğini bozup ilk kez gazetemize uçak kaçırmaya neden teşebbüs ettiklerini, neler yaşadıklarını anlattı.

Yalçıner herkes gibi ülke için en iyisini yapma gayreti ile doğru bildiği yoldan yürümüş. Şimdi geriye baktığında yaptıklarını gençlik heyecanı ve cahil cesareti olarak değerlendiriyor. Üstelik o dönemde bunların yapılması gerektiği düşüncelerine de prim vermiyor. Kendini eleştirmekten ve geçmişi değerlendirmekten korkmayan Yalçıner, uçak kaçırma girişimi için “İyi ki başarısız olmuşuz” diyor ve yaşanılanların sevabından da günahından da payını alacağını ifade ediyor.

Neden uçak kaçırmak istedi?

O tarihlerde 163. Madde İslami manada en ufak bir yazıyı, çiziyi hemen cezalandırmak imkanı veriyordu. Dolayısıyla her iki gazetem de toplatılıyor, yazar çizerlerine karşı bu madde kullanılıyordu. Biz yazı işleri müdürleri olarak yazarları korumak için, ifade verirken “Bu yazıyı onun adına ben yazdım” diyorduk. Bu nedenle ben 10 yıl ceza yemiştim. Ömer Yorulmaz hapse girdi çıktı. Darbe de hemen ardından gelince ülkeyi terk etmek şıkkıyla karşı karşıya kaldık. Gazetecilerin büyük bir kısmı bir yolunu bulup ülkenin dışına çıkmaya çalıştılar. Bize pasaport vermiyorlardı. Her darbe devrinde olduğu gibi halk rejime yara-nabilmek için birbirini ispiyonlamaya başladı. Hayat hakkı bulamaz hale gelince çareyi kaçmakta bulduk ve bir uçak kaçırarak bu işi yapabileceğimizi düşündük.

İBRET OLSUN DİYE 36 YIL VERDİLER

Ama başarılı olamadınız.

İyi ki olamadık. Başarılı olsaydık, spekülasyon yapmak istemiyorum ama daha büyük yanlışlar olabilirdi. İran rejimini tahkim etmek durumuna düşecektim.

Nasıl oldu kaçırma olayı?

Uçak havalandıktan sonra Yalova üzerindeyken elimde 6.35 bir silahla kokpite girdim. Uçağı ele geçirdim. Silahı kullanmama da hiç ihtiyaç olmadı.

Ama gerektiği zaman da kullanmayı göze almıştınız değil mi?

Yoo, hiçbir zaman da basmadım tetiğine. Bizi büyük bir çatışmayla ele geçirdiklerini söylediler ama biz çatışmadık. Bugün Ergenekon’dan dolayı yargılanan Korkut Eken’in yönetiminde bir tim uçağa girdi sabaha karşı. 2 tane insanın da ölmesine sebep verdiler. Allah rahmet etsin. Ben aylar sonra duruşmalarda haberdar oldum öldüklerinden. Vücutlarından askeri mermiler çıkmış. Zaten bizim silahımızla ölen olsaydı bizi asarlardı. Bize de işlediğimiz suçun karşılığı olarak değil de ibret olsun diye 36 yıl verdiler. Biz 1991 yılında Turgut Özal’ın kısmi affıyla, 11 yıl 7 ay yattıktan sonra çıktık.

O an hiç korku ya da heyecan hissetmediniz mi?

Daha önce demiştim cahil cüretkar olur diye. Gençlik heyecanı vardı. Her şeyin üstesinden gelebileceğimize inanıyorduk.

(Yeni Şafak)

 

 

M.SUDİ KOCAİMAMOĞLU

27 June 2015 ·

SBF ÜLKÜ OCAĞI VE YILMAZ YALÇINER OLAYI

27 Mayıs ihtilalinin planlayıcıları arasında yer alan Albay Alpaslan Türkeş, Milli Birlik komitesinde çıkan ihtilaf nedeniyle 14’lerle beraber yurtdışına sürgüne gönderilmişti. İki yıl sonra Türkiye’ye dönerek siyaset yapmak üzere 31 Mart 1965 yılında CKMP’ye girdiler. Aynı yıl yapılan kongrede Genel başkan şeçildi. Parti tüzüğünde değişiklik yaparak, ortaya attıkları 9 ışık doktrininin yer almasını sağladılar. Türkeş, 1965 seçimlerinde Ankara Milletvekili seçildi. Taraftarları tarafından da Başbuğ ilan edildi. CKMP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi), 1969 yılındaki kongresinde de Milliyetçi Hareket Partisi adını alacak, üç hilali amblemi olarak kabul edecektir.
O yıllarda, Alpaslan Türkeş’in kızı Seven Bige Türkeş, Mülkiyede okuyordu ve sınıf arkadaşımızdı. 1966 yılı ortaları idi. Alpaslan Türkeş’in konferans vermek ve 9 ışık doktrinini anlatmak üzere Mülkiyeye geleceği duyurusu yapılmıştı. Yanılmıyorsam Ülkü Derneği, Mehmet Şahin ve onunla birlikte birkaç Mülkiyeli arkadaşımız davet etmişti. Küçük anfiye gittik. Dışarıdan dinlemeye gelen 20-30 kişinin yanı sıra Fakülteden de 30’a yakın kişi gelmişti. Aralarında ben de vardım. Alpaslan Türkeş konferansını verdikten sonra sorularla kendisini bir hayli sıkıştırdık. Kendince cevaplar verdi. Bu arada taraftarlarından “Başbuğ, başbuğ” tezahüratları yapılmasına karşın bazı arkadaşlarımızın uygunsuz birkaç el hareketi ve aleyhte tezahürat yapması üzerine, diğer arkadaşlarımızla beraber Alpaslan Türkeş’in burada misafir olduğunu asla böyle bir şey yapılmasının doğru olmadığını söyledik. Yanlış hareketler kesildi. Geldiği gibi sessizce ayrıldı.
1965-1966 ders yılı sonlarında Kulüplerin panoları yanında bir de Ülkü Derneği panosu konulmuştu. 1966 yılında Hür Düşünce Kulübü başkanı olan Ömer Çetinkaya, Ülkü Derneğinin kurucusunun Nazım Dumlu olduğunu söyler. Ancak Derneğin fazla bir faaliyeti yoktu. Nazım Dumlu da birkaç ay sonra, 1966 Haziran’ında mezun olmuştu. 1967 yılında Panoda Mehmet Şahin arkadaşımızın yazıları çıkmaya başladı. Ülkü Derneği, CKMP paralelinde milliyetçi görüşlere sahip olmakla beraber çok aktif değildi. Esasen birkaç kişinin dışında üyesi de yoktu. 1967-1968 yılında Yılmaz Yalçıner adlı öğrencinin birinci sınıfa kaydını yaptırmasıyla Ülkü Derneğinde bir hareket görülmeye başladı. Panoda saldırgan yazılar çıkmaya başlamıştı. Şiddetli sol ve komünist düşmanlığı yanında, zaman zaman “Sahte milliyetçiler” diye Hür Düşünce Kulübü mensuplarına da bindiriyorlardı. Yılmaz Yalçıner bir röportajında Ülkü Ocağını kendisinin kurduğunu söylemesine karşın, dernek ondan önce kurulmuştu. Ancak Yılmaz Yalçıner zamanında Ülkü Derneği, Ülkü Ocağı adını alıp diğer Fakültelerde de örgütlenmeye başlamıştı. Bir ara okullarda Milliyetçi Toplumcular adıyla MHP paralelinde dernekler kurulsa da, daha sonra onlar da isimlerini değiştirerek Ülkü Ocakları adını almışlardır. Görüldüğü gibi Fikir Kulüpleri, Hür Düşünce Kulüpleri, Sosyal Demokrasi dernekleri gibi Ülkü Ocaklarının da kuruluş yeri Mülkiye olmuştur. Yılmaz Yalçıner radikal bir gençti. Her yerde Alpaslan Türkeş’in yanında görülüyordu. Ülkü Ocağının çok az üyesi vardı. Yılmaz Yalçıner de bir röportajında SBF’de üç arkadaşı ile Ocağı kurduğunu anlatıyordu. Yılmaz’ın panoda saldırgan yazıları ve Hür Düşünce kulübü mensuplarını suçlaması üzerine, Mehmet Keçeciler, Hasan Celal Güzel ile beraber Yılmaz’ı bir köşeye çekerek, ikaz ettiklerini , “Fakülteyi birbirine katma, sonra seni pencereden atıverirler, haberin olsun” dediklerini ve Dernek başkanı Uluç’a bu adamın provokatif hareketlerini anlattıklarını ve engel olunmasını istediklerini, söylüyorlar. Fikir Kulübünden arkadaşlar da derneğe çekerek Yılmaz’ı ikaz ederler. Yine Yılmaz’ın panoda herkese hakaret eden yazıları devam etmektedir. Mehmet Keçeçiler; “Fakültenin yanında Seyhan Düğün Salonu vardı. Türkeş oraya konferans vermeye gelirdi. Hasan Celal Güzel ile birlikte gittik. Kapıda Alpaslan Türkeş’ çevirdik, ve “sizin Partinizden Yılmaz Yalçıner diye bir adam var. Fakülteye bu yıl girdi. Tam Provokatör. Herkesi birbirine kattı. Partinizi ve milliyetçileri iyi temsil edemiyor” dedik. Alpaslan Türkeş, genel başkan yardımcısı Seyhan Dündar’a dönerek “Bu adama gerekli uyarıyı yapın” dedi.
1968 Haziranında mezun olmuş, İçişleri Bakanlığına girerek Ankara Valiliği Maiyet Memurluğu görevine başlamıştım. Ancak nişanlım Gülbün’ün okulu devam ettiği için okulla ve yurtla ilişkim kesilmemişti. Hemen hemen her gün gidip, geliyordum. Okul, Ekim ayında açıldığında Yılmaz yine de tahrik edici yazılarına devam etmekteydi. Bu arada da Yusuf Küpeli FKF Başkanı seçilmişti. Bir gece birkaç arkadaşı ile Ülkü Ocaklarına ait panonun cam çerçevelerini kırarak indirirler. O sırada SBF Fikir Kulübü Başkanı olan Muharrem Kılıç anlatıyor; “ Mümtaz Soysal, Dekan Yardımcısı idi. Seminer hocam olduğu için beni severdi ve yakın ilişkilerimiz vardı. Bizim kulübün ve benim bilgim içerisinde, Ülkü Ocağının panosunun camlarının kırıldığını düşünmüş. Beni çağırarak, “sizin adamlar Ülkü ocağının panosunun camlarını kırmışlar”, dedi. “Hocam, bizim böyle bir kulüp kararımız yok. Haber aldım, üzgünüm, bizim kulüp üyesi bazı arkadaşlar yapmışlar”, dedim. Mümtaz hoca; “Siz bu düzenin muhaliflerisiniz. Bu düzene muhalefet etmek için sizin demokrasiye ihtiyacınız var. Demokrasi sizin işinizi kolaylaştırır. Sizler böyle davranmakla ne kazanıyorsunuz. Demokrasiyi ortadan kaldırarak onların istediğini yapıyorsunuz”. Öğrendiğime göre, panoyu indirenlerin başında Yusuf ile Mahir varmış”.
Bu arada Ülkücüler, Kurtuluş semtinde bulunan Niğde Yurdunda hakimiyet sağlamışlar, daha sonra da Cebeci’deki site yurduna saldırarak ele geçirmişlerdi. Hepsinin başında Yılmaz Yalçıner olduğu söyleniyordu. Yılmaz, SBF’deki Ülkü Ocağı panosunun indirilmesini hazmedemez, okulun arkasındaki Mülkiye yurdunu basmaya karar verir, 68 yılı Aralık sonunda herkesin dışarıda veya yılbaşı tatilinde olduğunu düşündüğü bir Pazar günü, yurdu basmaya karar verir. CKMP ilçe teşkilatı Fakültenin karşısında bir yerlerdeydi. Henüz MHP ismini almamıştı. SBF yurdunu basmak üzere partinin önünde toplanmaya başlarlar. Bu arada oradan geçmekte olan bir Mülkiyeli, toplananların kendi aralarındaki konuşmalardan yurdu basacaklarını öğrenir. Hemen yurda koşar. Yusuf Küpeli o sırada kantindedir. Yusuf’a durumu anlatır. Yurtta kaç kişi varsa hepsini toplarlar, 40-50 kişi olmuşlardır. Sopalar çıkarılır. Buldukları taş ve tuğlaları asma kata stok ederler. Yusuf Küpeli bulduğu bir zinciri de beline dolar. Kantine ve okuma salonuna gizlenerek beklemeye başlarlar. Site ve Niğde yurtlarından toplanan 50 kişilik ülkücü bir grup, başlarında Yılmaz Yalçıner ile yurda gelirler, bakarlar ortalıkta hiç kalabalık yok. Bu arada tanıdıkları birkaç gazeteciyi de çağırmışlardır. Mülkiye yurdunun işgalini belgeleyip, ertesi günü gazetelerde haber yapacaklardır. Ana kapıdan geçerek ortaya kadar gelirler, Yılmaz Yalçıner bir masanın üzerine çıkar ve yanında getirdiği sopayı çıkararak ; “ Milliyetçilerin adına Komünistlerin yurdunu teslim alıyorum” der. O sırada asma kattan üstlerine taş ve tuğla parçaları yağmaya başlar, kantin merdivenlerinden inen bir grup başlarında Yusuf Küpeli olmak üzere işgal etme teşebbüsünde bulunan ülkücülere saldırırlar. Üç bir taraftan saldırıya uğrayan ülkücü grup ne olduğunu anlayamadan dayak yiyerek yurttan atılırlar. Özellikle Yusuf’un zincirle, arkadaşlarının sopa ve demir çubuklarla ve asma kattan atılan taş ve tuğla parçaları ile saldırmaları sonucu birçok ülkücü yaralanmıştır. Bu arada Mülkiyeli gençlerden de yaralananlar vardır. Yurdun cam ve çerçeveleri inmiştir.
Ali İhsan Hisarcıoğlu arkadaşımızda anılarında 31. Aralık.1968, Faşistlerin yurt baskını olayını şöyle anlatmaktadır.; “ Ekim 1968 de Mülkiyeden mezun olmuştum ve henüz yurttan ayrılmamıştım. Müfettişlik ve uzmanlık sınavlarına hazırlanıyordum. Gece uzun olacağı için öğleden sonra gelip yatağıma uzandım. Tam dalmak üzereyken odanın kapısı açıldı ve Mahir Çayan içeri girdi. “Uyuyor musun”, “Evet”, “Bende uyuyayım bari”, “Gürültü etme!”. O da yandaki yatağa uzandı. Dalmışım. Gök gürültüsünü andıran bir patlamayla uyandım. Mahir de kalkmıştı. Ne oluyor anlamında birbirimize baktık. Alt katlardaki feryatlar dalga dalga yukarı yükseliyordu. Mahir,” baskın var galiba”, dedi. Fırladık. Ayakkabılarımızı giyerken, gürültü bizim katımıza ulaşmıştı. Koridorda koşarak gelen biri bizim kapının önünde durunca kulak kesildik. Aniden kapı açıldı ve elinde zincir bulunan yeşil parkalı bir genç içeri girdi. Dehşet içindeydi. Zinciri şakırdatarak konuştu. “Ağabey, faşistler yurdu bastı. Aşağıda kan gövdeyi götürüyor. Dışarıya fırladık. Asansörde oyalanacak vakit yoktu, merdivenlerden uçarak indik. Aşağısı savaş alanı gibiydi. Yurdun girişinde tüm camlar kırılmış, ortalık ana baba gününe dönmüştü. Yaralananlar vardı. Öğrenciler ellerindeki zincir ve sopalarla cam kırıkları üzerinde geziniyorlardı. Saldırıyı püskürtmenin sevinci yüzlerinden okunuyordu. Bu olaydan sonra yurtta öğrenciler nöbet tutmaya başladılar”.
Saldırı olayından bir iki saat geçmişti ki, Gülbün’le yurda gelmiştik. Gülbün üstünü değiştirdikten sonra dışarı çıkacaktık. Yılbaşı olması nedeniyle arkadaşlarımızla dışarıda eğlenmeyi planlıyorduk. Yurda girdiğimizde karşılaştığımız manzara, cam çerçeve inmiş, ortada taş ve tuğla kırıkları, yerlerde kan lekeleri. Çok şaşırmıştım. Hizmetli arkadaşlardan karşılaştığım birisine “Burada ne oldu” diye, sordum. O da bana “yurdu faşistler bastı, bizimkiler püskürttüler” dedi. Gülbünü kızlar kısmına bıraktıktan sonra, kantine geldim. Kantinde heyecanlı bir kalabalık vardı. Bir kenarda Yusuf Küpeli, Mahir Çayan ve arkadaşları oturuyorlardı. “Geçmiş olsun Yusuf, şimdi duydum, neler olmuş” dedim. Yusuf da “Bizim okula geçen yıl giren Yılmaz Yalçıner isimli bir faşist provokatör var. Site yurdunu ele geçirdiler, ya. Bizim yurdu da kolay ele geçireceklerini sandılar. Kafalarını gözlerini kırıp, attık, yalnız Yılmaz’ı yakalayamadık. O…nun çocuğu, en önde o kaçtı. Sıkıyorsa Yılmaz faşisti okula gelsin, bakalım. Onun okul hayatını bitireceğiz” dedi. Bu arada arkadaşları kendi aralarında faşistlerin tekrar yurdu basabileceklerini ve geceleri nöbet tutulması gereğini, tartışıyorlardı. Daha sonra “Sizlere kolay gelsin” diyerek kantinden ayrıldım. Kızlar kısmından Gülbün’ü de alarak dışarı çıktım. Yurda bu saldırı tadımızı kaçırmış, eğlenecek hal bırakmamıştı. Arkadaşlarla bir restorana giderek yemek yedik.
Yılmaz’ın bu yurt baskını olayı okul ve yurtta büyük bir tepki ile karşılanmış ve sağcı ve solcusuyla tüm okul, Yılmaz Yalçıner’e nefret duymaya başlamışlardı. Kimse öğrencisi olduğu okulun yurdunu bastırmayı kabullenemiyordu. Yılmaz, bir süre okula gelemedi. Zaten okula geldiğinde, kötü bir şeylerle karşılaşabileceği haberleri kendisine de ulaşıyordu. Deli cesareti derler ya, bir gün Yılmaz çıkar, ders saatinde okula gelir ve derse girer. Birinci sınıfta iki yıllıktır. Ders büyük anfide yapılmaktadır. Kürsüde Anayasa’ya Giriş dersini anlatan Prof. Muammer Aksoy vardır. Sınıfta bir anda homurtular başlamıştır. Bu arada derse girdiğini gören birkaç kişi diğer sınıflara haber verirler. Ders zili çalmadan büyük anfinin önü öğrencilerle dolmuştur. Kapı açılır, Muammer hocanın şaşkın bakışları arasında içeri girmeye başlarlar. Yılmaz’ı dışarı çağırırlar. Yılmaz başına gelecekleri anlar, yerinden kalkarak hızla Muammer Aksoy’a doğru koşmaya başlar. Bu sırada sağdan soldan koşan öğrenciler vurmaya başlamışlardır. Bir hayli darbe alarak Muammer Aksoy’un ayaklarına kendini atar, ”Hocam beni öldürecekler” der. Muammer hoca üzerine kapanarak kürsünün altına sokar. Öğrencilere “Ona vurmayın bana vurun, beni ezmeden, ona bir şey yapamazsınız” diye bağırmaktadır. Yılmaz’a vururlarken Muammer hoca da yanlışlıkla birkaç darbe alır. Öğrencilerin Muammer hocaya büyük saygıları vardır, dururlar. Bu kargaşa sırasında üst sınıfta bulunan ve haberi alır almaz büyük anfiye koşan Sosyal Demokrasi Derneği Başkanı Sahir Kocak’ta; “Anfinin kapısından girdiğimde Muammer Aksoy’u, Yılmaz’ın üzerine kapaklanmış bir vaziyette gördüm. Kürsünün alt aralığından korkmuş bir köpek gibi Yılmaz’ın gözleri görülüyordu. Onu aslında Muammer hoca kurtarmıştı. Yoksa ölüsü çıkardı, oradan” demektedir. Bu arada başta Dekan, hocalar olmak üzere görevliler yetişirler. Yılmaz’ı oradan çıkarırlar. Bir ambulansa bindirerek, Ankara hastanesine götürüp, yatırırlar. Bacaklarına ve vücuduna darbeler aldığı için birkaç gün hastanede yatar. Mülkiye öğrencilerinin üzerinde hem fikir olduğu şey, Muammer Aksoy olmasaydı, Yılmaz darp edilmekten kurtulamazdı, derler. Muammer Aksoy, öğrencisi de olan Yılmaz’ın hayatını kurtarmıştır.
Bu olayı okula uğradığımda arkadaşlar anlatmışlardı. İki gün sonra Milliyet gazetesinde bir haber okudum. Hastanede yatan Yılmaz’ın resmi vardı. Haber başlığında da “Beni Muammer Aksoy dövdürdü” yazıyordu. Haberin içeriği, Yılmaz’ın ağzından anlatılıyordu. Milliyetçi olduğu içi komünist öğrencilerin derste kendilerine saldırdığını, kendisini kurtarması için “hocam beni komünistler öldürecekler” diyerek, kürsüde ders anlatan Muammer Aksoy’a sığındığını, Muammer Aksoy’un üstüne kapanarak, sözde “ona vurmayın, bana vurun” dediğini, eliyle de aşağıdan vurun diye işaret ettiğini, söylüyordu. Yılmaz, yüzlerce kişinin gözleri önünde olan olayı yine ajite etmiş, yalan söyleyerek, hayatını kurtaran Muammer hocaya iftira atmaktan çekinmemişti.
Yılmaz bu olaydan sonra bir daha Mülkiye’ye gelemedi. Ülkü ocağı da kapandı. Yılmaz Yalçıner bir süre MHP de Türkeş’in arkasında koruma polisi gibi göründü. 1974 yılında, her ne kadar kendisi MHP ile “kan uyuşmazlığımız başladı, ben ayrıldım” dese de, MHP, Yılmaz’ı daha fazla taşıyamadığı için partiden attı. 1974 yılından sonra Yılmaz Yalçıner, dinci camianın içerisinde görülmektedir. Bir röportajında ; MHP’den ayrıldığı sırada Başbakanlık muhabirliği yaptığını, daha sonra oradan da ayrılarak, hasbelkader Demirel’ci gazetelerde çalıştığını ve pek para alamadığını, kendisi için yeşil türbe olarak gördüğü Milli gazetede çalışmak istediğini, Milli gazeteden fazla bir ücret veremeyeceklerini, isterse arada bir yazılarını gönderebileceklerini söylediklerini, anlatır.” Fakat baktım yürümeyecek. İsmail Müftüoğlu “Vesika” dergisini çıkarıyordu. Orada işe başladım. Böylece İslami camianın içine girmiş oldum. Daha sonra Kadir Mısıroğlu beni çıkarttığı “Sebil” dergisine davet etti. 1978 yılında da “Şüra” dergisini kendim çıkardım, arkasında da radikal görüşlü “Tevhit” dergisini çıkardım. O yıllarda İran’daki İslami hareketlerden çok etkilenmiştim. Humeyni’nin Paris’ten Farsça gönderdiği bildiriler, İran Caferilerinin önderlerinden Ali Ekber Mehdipur tarafından Farsçadan Türkçeye tercüme ediliyordu. Bizim Şura dergimizde Cuma günleri yayınlanıyordu. Pazartesi günleri de, Hürriyet gazetesi bizden alıntılar yayınlıyordu. Şura, İran devriminin Türkiye’de temsilcisi durumuna gelmişti. Bu arada 2-3 kez içeri alındım. Dergi mahkemelerce toplatıldı. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra aranmaya başladık. Bir kısım arkadaşlarımız yurt dışına kaçmışlardı. Üç arkadaşımla beraber uçak kaçırıp İran’a gitmeye karar verdik. 14 Ekim 1980 günü Ankara’ya gitmekte olan THY uçağına bindik. Bir kitap içerisinde 7.65’lik bir silah sokmuştum. Uçak Yalova üzerinde iken silahımı çekip kokpite girdim. Pilota, uçağı Diyarbakır’a yönlendirmesini söyledim.”
Yılmaz Yalçıner’in kaçırdığı uçakta bulunan gazeteci Coşkun Aral da kaçırma olayını şöyle anlatmaktadır; “ O günlerde çıkan İran-Irak savaşını takip etmek üzere Irak’a gidecektim. Ankara’da vize işlemlerimi tamamlamak üzere Ankara uçağına bindim. Yanımda da gazeteci arkadaşım Osman Arolat oturuyordu. Ankara’ya inmeyi beklerken bir anons yapıldı. “Sayın yolcularımız, elimizde olmayan nedenle uçağımız Ankara’ya inememiştir. Şimdi sözü bir Müslüman kardeşimize bırakıyoruz.” Sonradan adının Yılmaz Yalçıner olduğunu öğrendiğimiz şahıs, mikrofonu pilotun elinden alarak şunları söyledi; “ Selamun aleyküm sayın yolcular, şu andan itibaren uçağımıza İslam hakim olmuştur. Türkiye’de askeri yönetimi protesto etmek, İran’da ve Afganistan’da savaşan kardeşlerinize destek olmak amacıyla, kimseye bir zarar gelmeden, uçağı Tahran’a götüreceğiz. Ardından da Rus Kızıl ordusuna karşı savaşan mücahit kardeşlerimizle birlikte savaşmak üzere Afganistan’a gideceğiz. Bayan yolcularımızdan İslami geleneklere uygun olarak başlarını örtmelerini rica ediyoruz”. Gazetecilik dürtüsü ile fotoğraf makinamı çıkardım. Koridorda dolaşan sakallı kişi Yılmaz Yalçıner’di. Arkasında bir iki kişi daha dolaşıyordu. Yanımdan geçmekte olan korsanlardan birisine gazeteci olduğumu, Liderleriyle görüşmek istediğimi, söyledim. Önce kabul etmedi. Hayatlarının tehlikeye girebileceğini söyleyerek yolcular ile yanımda oturan gazeteci arkadaşım Osman Arolat itiraz ettiler. Bir süre sonra başka bir korsan gelerek fotoğraf makinamla beraber kokpitte beklendiğimi söyledi. Kokpite geldiğimde yumuşak bir ortam buldum. Pilot gülüyordu. Meğerse Yılmaz silahını pilotun ensesine dayamış, pilot da, “Lütfen silahı ensemden çek gıdıklanıyorum” diyerek gülüyordu. Bu arada deklanşöre basarak çeşitli fotoğraflar çektim. Uçak kısa bir süre sonra yakıt ikmali yapıp, İran devletinden gerekli izinleri almak ve tekrar havalanmak üzere Diyarbakır’a indirildi. O sırada Diyarbakır’da bulunan Kenan Evren ve konsey üyeleri terörizme karşı kesin mücadele için uçağı havada düşürmeyi bile düşünmüşler. Saat 5.00’e kadar süren bekleyişten sonra kadın ve çocuklar, korsanlarla yapılan görüşmeler sonucu uçağı terk ettiler. Daha sonra uçağın acil kapısından giren güvenlik görevlilerini gördüm ve patlayan silah seslerini duydum. Ölü ve yaralılar arasında apar topar aşağıya indirildik. Güvenlik güçlerince yere yatırıldığımda hala resim çekiyordum. Ancak bir süre sonra “nerede o fotoğraf çeken terörist” diyerek bir manga askerin yaklaştığını gördüm. Ayağa kalktım, kafama inen dipçikle havaalanı binasına götürüldüğümde, birçok meslektaşımın bana çaresiz bakışlarını hissetim. Bana dünyada birçok ödül getirecek bu olay sonrasında, korsanlarla işbirliği yaptığım gerekçesiyle gözaltına alınmış ve büyük korku yaşamıştım.”
Güvenlik güçlerinin uçağı kurtarması sırasında bir korsan öldürülmüş, iki korsan ile bir hostes de yaralanmıştı. Yılmaz Yalçıner yara almadan kurtulmuştu.
Mahkeme, uçak kaçırmak ve ölümlere sebebiyet vermekten Yılmaz Yalçıner’e, kendi ifadesine göre, ibret olsun diye, 36 yıl ceza verdi. 11 yıl 7 ay hapis yattıktan sonra Özal’ın 1991 yılında çıkardığı afla tahliye oldu.
Yalçıner halen İslami dergilerde yazılar yazmakta, çeşitli gazetelere zaman zaman verdiği röportajlarda da geçmişinin öz eleştirisini yapmaktadır. Ancak İslami çizgisi devam etmektedir. Erdoğan’ın akıl hocası kabul edilen Kadir Mısıroğlu ile birlikte AKP’yi ve Erdoğan’ı destekleyen yazılar yazmaktadır. Yeni Şafak gazetesine verdiği bir röportajda “Erdoğan’ın iktidar olacağını bilseydim, Mehdi bekler gibi Erdoğan’ı bekler, geçmişteki olaylara karışmazdım” demektedir.

Saygılarımla

Sudi Kocaimamoğlu